Yazmak nedir? Neden yazıyoruz? Kimin için yazıyoruz? Kimi yazıyoruz? Nasıl yazıyoruz?
İnsanlar bir toplumun içine doğar, toplumda gelişir ve topluma karışır. Öğrenmeye son derece açık ve üretmek için programlanmış bireysel bir hayat döngüsü sisteminden bahsediyoruz. Düşünme yeteneğine sahip insan beyni, üretebileceği en güzel şeylerden birini üretiyor: sanat. Edebiyat “olay, düşünce, duygu ve hayallerin dil aracılığıyla sözlü veya yazılı olarak biçimlendirilmesi sanatı” olarak tanımlanıyor.
Tanımı okuyunca hangi olay, neden, nasıl, bana ne hissettirdi, hayaller nasıl aktarılır gibi sorularla düşünmeye başlamıyor mu insan? İçinde bulunduğumuz zaman diliminde, kimlerle ve nasıl ilişki kurduğumuzu, onlarla neler paylaştığımızı sorgulamamızı sağlıyor. Aynı zaman diliminde, sadece yakın çevremizin değil, yaşadığımız şehirde, ülkede ve dünyadaki insanlarla nasıl iletişim halinde olduğumuzu; birbirimizi tanımadığımız halde bir olay karşısında benzer ya da farklı şeyler hissetmemizi sağlayan şeyleri düşündürtüyor. Peki, geçmiş! Benden, bizden öncekiler… Onlar da vardı. Hem bazılarına kendimi yakın bile hissediyor olabilirim. Ama nasıl?
Sosyoloji ve edebiyat, toplumu etkilemek ve etkilerini anlamak konusunda aynı kaynaktan yararlanır. Bu disiplinler, birbirini tamamlar, zenginleştirir ve aynı zamanda birbirlerini yorumlar. Edebiyat ve sosyoloji aynı meraktan yola çıkar, benzer yerleri keşfederler. Ortak noktaları toplumdur.
Edebiyat eserleri ve sosyolojik metinler, dünyayı anlamak için farklı yöntemler kullansalar da ortaya çıkmalarının kökünde aynı sebep yatar: Dünya, toplum ve insan gerçekliğini ortaya çıkarmak. Bu yüzden bu iki alan ayrı ayrı toplumsal sorunlarla yakından ilgilenirler. Kültür, savaş, açlık, göç, ekonomik sistem, birey inşası, toplumsal normlar, kurallar… Ve tüm bunlarla ilgilenirken karşılıklı diyalog halinde olurlar, olmak zorunda kalırlar. Sosyoloji nasıl bunların sebeplerini ve yansımalarını, kendine özgü yöntemlerle inceleyip ortaya çıkarıyorsa, edebiyat da hayatın içinde görülen örneklerin bir iz düşümünü yine topluma yansıtır. Çünkü edebiyat aslında hayatın yansımasıdır ve sosyoloji bu yansımadan da beslenir. Her çağın, kendine ait özellikleri ve yine bu özellikleri yaşama biçimi vardır. Ancak bir önceki çağın şimdiyi de etkilediğini bize anlatan yine sosyoloji ve edebiyattır.
Bir edebiyat eserini oluşturan kişinin, o toplum içindeki bilinçli varlığını unutmamak gerekir. Yaşadığı toplumsallaşma süreci ve bireysel deneyimleri göz önünde bulundurulduğunda bu eserin ortaya çıktığı dönemin özellikleri bile sosyoloji için birer veridir. Yine sosyolojik bir metnin hazırlık süreci, çağın özelliklerini ve toplumun dinamiklerinden etkilendiğini gösterir. En önemlisi de bu iki alanın, var olan bir olayın ardındaki üstü örtülü diğer sebepleri ortaya çıkarma konusuna hâkim olmasıdır.
Çünkü bu iki alanda özünde başkalarını anlamak ve anlamlandırmak için uğraşır. Yazılı metin ya da sözlü gelenekler fark etmeksizin bunu yapmanın yolu da sözcüklerden geçer.
Okuduğumuz ya da dinlediğimiz bir romanın, hikâyenin, öykünün, şiirin masalın bize yakın gelmesinin sebebi, kuşkusuz aslında içinde bizden izler taşıdığı gerçeğidir. Belki içinde yaşadığı dönem veya ana karakterin karşılaştığı duruma karşı verdiği tepki bizden bir paçadır. Ya da içinde bulunan zorlu karakter yaşamımızdaki bir parçaya uyum sağlar, belki de metnin içindeki sevgi anlatımı eksik yanımızı tamamlar. Bunlarla beraber karakterleri ve kurgudaki olayı düşünmek aslında neden sonuç ilişkisi içinde kendi kurduğumuz ilişkileri sorgulamamızı sağlamaz mı? Bu yüzden ilişkilerdeki inşa süreci bir öncekinin yansıması ve sonucudur.
İnşa edilen toplumun içinde, inşa ettiğimiz benliğimizden; bize dayatılan kurallardan, alışkanlıklarımızdan, sevdiklerimizden ya da şikâyet ettiklerimizden birer parça görmek, hissetmek ya da benzetmek elimizdeki o metni okumamız için sebep oluşturmaz mı? Bilmediğimiz bir dönemi hayal etmek, bilmediğimiz hayatlar içinde kendimizden bir parça bulup, kendimizi başkasının üzerinden gözlemlemek okumayı, dinlemeyi vazgeçilmez yapan şeylerden değil mi? Her türlü edebiyat eserinin toplumsal bir olguya dayanmasıyla, oluşturulan karakter, yaratılan mekân, olayın geçtiği atmosferi de düşünce bunların hepsi toplumsal bir yansımanın sonucu olarak karşımıza çıkmaz mı? Gerçek üstü ögelerle yaratılmış metinler de aslında gerçekliğin yarattığı ve onların özelliklerini taşıyan gerçeklik formu bozulmuş birer yansıma olmazlar m?
Tüm bu sorular, kendini anlamlandırma çabası içinde olan insanın, neden sonuç ilişkisinin önemini bir kez daha hatırlatıyor. Kendini “yeniden inşa etmek” demek, ilişkileri yeniden inşa etmekten geçiyor. Bunu fark etmek bol bol sorgulamaktan geçiyor. Sosyoloji ve edebiyat ise bol bol sorgulatıyor.
Edebiyat ve sosyolojiyi “iki kız kardeş” olarak tanımlayan Zygmunt Bauman ve Riccardo Mazzeo arasındaki diyaloglardan oluşan Edebiyata Övgü kitabı bu iki disiplinin çağdaş sorunlarını açıklıkla işliyor. Mutlaka göz atmakta ve tartışmakta fayda var.
Derin sorgulamalar…
Commenti