
Sarı yaprakların yerlerde uçuştuğu, rüzgârın omuzlarımızı titreterek saçlarımızı savurduğu şu sonbahar günlerinde Özcan Alper’in Sonbahar filmini izledim. Muazzam Karadeniz’i soluyabildiğimiz enfes bir film! Ancak bu yazımda filmden değil başka bir meseleden bahsedeceğim. Filmin ana karakteri Yusuf, ölümü beklediği serin günlerden birinde evdeki televizyonda Çehov’un Vanya Dayı oyunundan bir tirat duyuyor:
“Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de yaşlılığımızda da dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde; çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz…”
Yusuf’la birlikte benim de dikkat kesildiğim Sonya’nın Vanya Dayısına döktüğü bu dizeler hemen elime Çehov’un kitaplarını almama sebep oldu. Kaygılarımızla başa çıkmaya çalıştığımız, kimi zaman geleceğe karşı umut beslediğimiz kimi zaman ise geleceğin bu belirsizliğinde sıkışıp kaybolduğumuz şu boğucu pandemi günlerinde Çehov sayfalarını karıştırmak, karakterleri ile buluşmak tiyatroya ve edebiyata gönül vermiş herkes için sığınılan bir liman olmalı diye düşünüyorum.
Peki neden Çehov ve yarattığı karakterler bu kadar değerli hayatımızda?
Anton Pavloviç Çehov, 1860 Rusya’sında ocak ayının soğuk bir gününde dünyaya gelir; 1904’ün sıcak bir Temmuz gününde hayata gözlerini yumar. Dindar ve zorba bir babaya sahip olan Çehov ve kardeşlerinin çocukluğu baskıcı ve şiddet dolu geçer. Yumuşak başlı annesi de çocukları gibi baskı altında, sürekli çalıştığı bir hayat sürer. Bu sebepledir ki Çehov’da büyük izler bırakır annesi. Çehov çocukluğunda tıpkı annesi ve kardeşleri gibi her an azarlanma korkusu ile büyür. İleride o günleri şu sözcüklerle anlatır: “Ben çocukken bir çocukluğum yoktu”. Çehov lise döneminde edebiyata ilgi duymaya ve edebiyat dergisine yazı yazarak üretmeye başlar. Üniversitede tıp okuyup doktor olarak meslek hayatına atılır ve uzun bir süre doktorluğu ile edebiyatı birlikte yürütür. Tanınmış bir yazar olduktan sonra ise kendisine yöneltilen "Doktorluğu bırakacak mısınız?” sorusunu “Doktorluk karım, edebiyat ise metresim,” şeklinde cevaplar.
Sizce nedir Çehov karakterleri ile kurduğumuz bağın sırrı? Ben buna şüphesiz ki Çehov’un karakterlerinde dile getirdiği gelecek umudu derim. Vanya Dayı ve Sonya’nın gelecek ümidiyle bugüne tutunmaları belki bizlerdeki umudu da yeşertiyor. Üç Kız Kardeş’te Andrey “Yaşadığımız şu hayat iğrenç, ama buna karşılık geleceği düşündüğümde içim öyle rahatlıyor; her şey öyle kolay, öyle engin görünüyor ki... Uzakta bir ışık parlıyor sanki ve özgürlüğü görüyorum…” sözleri kalbimize dokunuyor. Bir diğeri ise karakterlerin her birinin katmanlı karakterler olması ve psikolojik boyutlarının derinlikle bizlere verilmesi derim. Çehov’a göre insan yaşamı trajiktir ve karakterler başlarına gelen olaylar ile acılar karşısında kendi psikolojik süreçlerini sorgular, bulundukları buhrandan kurtulmak için bir çıkış yolu ararlar. Martı oyununda “Sahnede düzgün yürüyemiyordum; ellerimi ne yapacağımı bilemiyor, sesimi idare edemiyordum. İnsan kötü oynadığını hissedince ne acı duyar, bilemezsiniz! Martıyım ben…” der Nina çektiği acıları anlatırken. İvanov ise genç aşkı Saşa’ya şöyle der bir konuşmasında: “Geri dönülemez bir biçimde mahvolmuş bir adamım ben!”. Çehov’un kimi karakterleri bu psikolojik buhranlardan umutla çıkar kimileri ise bu savaşa yenilir.
Çehov’un karakterlerinin her birine bu kadar derinlik katması elbette sadece edebi becerisinden gelmemektedir. Geçirdiği zorlu çocukluk günleri, sosyalizmin dönem Rusya’sındaki gelişimi, realizm akımının edebi kişiliğinde bıraktığı etki Çehov’un bu eserlerinin eşsiz olmasına olanak sağlamıştır. Bu buhranlı hayatında boş vakitlerinde mezarlık gezen ve mezar taşlarını okuyan Çehov, o taşların üzerine ağaçlardan dökülen vişnelerin bıraktığı izleri kan damlalarına benzetir ve seneler sonra bu resim seyirci ile buluşur: Vişne Bahçesi. Oyununun sonunda ise Firs şöyle der bizlere: “Yaşam geçip gitti, sanki hiç yaşamamış gibiyim.”. Çehov’un bizlere bıraktığı son sözü ise doktorunun onun için patlattığı şampanyasını yudumladıktan sonra şöyle olur: “Nicedir şampanya içmemiştim”.
Yorumlar