Kent nedir? Sözlükte; “ilçe ve ilçeden büyük yerleşim yeri” ve “nüfusunun çoğu ticaret, sanayi ya da hizmet alanında çalışan, tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı, şehir” olarak iki şekilde tanımlanır.
Peki, kent gerçekten de yüz ölçümü, deniz seviyesinden ne kadar yüksekte olduğu ve nüfus oranı gibi bazı önemli (!) verilerle diğer yerleşim birimlerinden ayrıştırdığımız bir idari birim midir? Seksen yaşındaki Mehmet amcanın, henüz on dokuz yaşında bir delikanlıyken altmış yıllık biricik Meliha’sıyla göz göze geldiği o an bu rakamların neresine sığar mesela? Ya da Lale Hanım’ın üniversitede öğrenciyken arkadaşlarıyla sıcacık sohbetler paylaştığı o salaş kahvehanenin yerinde, şimdi yükselen soğuk beton binayı gördüğünde yaşadığı hüznü nasıl ifade eder?
Oysa bu duygular da kentin içinden, kente dair ve belki de kenti en güzel tanımlayan şeyler değil midir? Hangimiz İstanbul’u beş bin üç yüz kırk üç kilometrekare büyüklüğünde olduğu için severiz mesela? Hiç “Ankara’dan başka bir yerde yaşayamam çünkü nüfusu tam beş buçuk milyon,” diyen biriyle karşılaştınız mı?
Sanmıyorum.
Belki de kentler, onları canlılar sınıfına dâhil etmemizi gerektirecek kadar çok benzerler bizlere. Her birimiz kendi belleğimizde yaşamımız boyunca kente dair anılar, yaşanmışlıklar biriktiririz. Bambaşka renklere sahip bu anıların her biri üst üste binerek farklı renklerin bir arada olduğu kentsel belleği oluşturur. Yani bizim belleklerimizdeki kente dair anılar üst üste eklenerek bir tarih yazarken bir yandan da kentin belleğindeki “bizleri” meydana getirir. Ve karşılıklı gelişen bu güzel uyum, rakamlarla yapılan tüm tanımların işlevini gölgede bırakır.
Küçük bir bebeğin düşmeden atabildiği adım sayısı kadar büyüktür kent artık. Nüfusu, sabahın köründe işe giden mutsuz kalabalıklar içinde size gülümseyen yabancıların sayısı kadardır. Hoşlandığınız kızın elini ilk tuttuğunuzda bulutlara ne kadar yaklaştıysanız o kadar yüksektir. Memleketteki annesiyle konuşan bir öğrencinin duyduğu hüzün kadar uzak, hayalini kurduğu okula ilk adımını atan bir genç kadar yakındır.
Bu anlamsal gerçeğin farkında olanlar da vardır elbet. Onlardan biri olan Italo Calvino’nun “Görünmez Kentler” romanından küçük bir alıntıyı sizlere bırakıp ben aradan çekiliyorum.
“…Merdivenli yolların kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana; ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değildir, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir: bir sokak lambasının yerden yüksekliği ve orada idam edilen zorbanın sallanan ayakları ile yer arasındaki uzaklıktır; o lambadan karşı parmaklığa gerilen ip ve kraliçenin düğün alayının geçeceği güzergâhı donatan süslemelerdir; parmaklığın yüksekliği ve şafakta onun üzerinden atlayıp kaçan gizli sevgilinin sıçrayışıdır; bir saçağın eğimi ve aynı pencereye süzülen bir kedinin o saçak üzerinde kayarcasına yürüyüşüdür; burnun arkasından birden çıkıveren harp gemisinin toplarıyla çizdiği siluet ve saçağı yok eden bombadır; balık ağlarındaki yırtıklar ve ağlarını yamamak üzere iskeleye oturmuş, kraliçenin gayri meşru oğlu olduğu ve kundağıyla, oraya, iskeleye bırakıldığı rivayet edilen zorbanın harp gemisinin hikâyesini yüzüncü kez birbirlerine anlatan o üç yaşlı adamdır…” (Calvino, 2010, s.62)
Comments